19 Aralık 2011 Pazartesi

Psikoterapi ve Klinik Psikoloji

Psikoterapi, terapist kişiye kendisini anlamasını  hem mümkün, hem de gerekli olduğunu belirttiğinde ve kişi bu sürece katılmayı kabul ettiğinde başlar. Birisinin kendisini anlaması, eylem ve isteklerine mesafe alması, geçmiş, şimdi ve gelecek bağlamında motivasyonunu araştırması demektir. (ÖZMEN M. , 1999 )
Terapistin ilk amacı, kişinin durumunu nasıl değerlendirdiğini anlamaktır. Kişiye yapacağı yardım büyük ölçüde onun durumunu çarpıtmadan anlamasına ne ölçüde yardım edebildiğine bağlıdır (Basch 1980). Kişinin durumunu doğru tanıyıp anlamasına (comprehensiveness), gücünü tartarak, karar ve eylemlerini ayarlayabilme yetisini yitirmemesine (manageability), sorunlu yaşam durumlarında bile bu durumdan bir anlam çıkarmayı becerebilmesine (meaningfulness) yardım eder. İşte bunlar kişide tutarlılık duygusunun (sense of coherence) oluşmasına, dolayısıyla yaşamında ne olup bittiğini anlamasına, anlamlandırmasına ve baş etmesine yardım eder (Koptagel-Ýlal 1997).
PSİKOTERAPİ
Tarihsel açıdan psikoterapi, destekleyici, yeniden yapılandırıcı, derinlik vurgulayan, analitik, geçmiş üzerine odaklı, nörotikler ya da diğerler ileri duygusal problemler ve uzun süreli gibi kavramlar tanımlanmıştır. Psikoterapi, destekleyici ( daha belirli ) yeniden yapılandırıcı, derinlik vurgusu, analitik, geçmişe yönelik, ‘ nörotikler’ ya da diğer aşırı duygusal sorunlara yöneliktir. Psikoterapi, bireyin daha kapsamlı olarak yeniden eğitimi olarak tanımlanmıştır. Psikoterapinin temel amaçları algısal açıklık ve değişiklik kazanmak, günlük davranışa içgörü katmak ve geçmişe ait inciten deneyimlerin oluşturduğu yoğun duygularla başa çıkmaktır. Bireyin savunmaları şekillendirilmekte ve böylelikle yeniden uyum sağlanmaktadır. Böylelikle psikoterapi yoğunluğu, katılımın uzunluğunu vurgulamakta ve daha çok yaşamdaki derin sorunların azalmasıyla ilgilenmektedir (  I.M. Brammer ve E.L. Shostrom, 1982 ).
Bu terapötik konuşma seanslarında, kişinin içinde bulunduğu durumun sebeplerini öğrenerek, sorununu daha iyi anlaması sağlanır. Ayrıca kişi, problem yaratan düşüncelerini ve davranışlarını nasıl belirleyeceğini, nasıl değiştireceğini, ilişkilerini ve tecrübelerini nasıl inceleyeceğini, problemleri ile nasıl baş edebileceğini, sorunlara nasıl çözümler üretebileceğini ve yaşam ile ilgili nasıl gerçekçi hedefler belirleyeceğini öğrenir. Psikoterapi ile kişi yaşamından mutlu olmayı ve hayatını kontrol altına almayı öğrenir. Ayrıca psikoterapi kişilere, çaresizlik ve öfkeden doğan çeşitli psikolojik rahatsızlıkların semptomlarının giderilmesi için yardımcı olabilir. Günümüzde dünyada birbirine benzeyebilen veya birbirine taban tabana zıt prensipleri benimsemiş yüzlerce psikoterapi türü bulunmaktadır. Uygulayıcının kişisel eğilimlerine, yetiştiği ekole ve benimsediği yaklaşıma göre psikoterapi de farklı tanımlar, farklı içerikler kazanmaktadır. (Smith, M. L., Glass, G. V. , and Miller, T. I. (1980 )).
Duygusal çatışmaları çözümleyen, bu çatışmalardan doğan kaygı ve gerginlikleri, çökkünlükleri azaltan, ruhsal uyum düzeyini artıran, kişilerarası ilişkileri daha olgunlaştıran tüm teknik ve yöntemlere psikoterapi diyebiliriz. (Prof. Dr. Cengiz Güleç)
Psikoterapi  ele alındığında, Terapistin sorumluluk odağını belirlemede uygulanan kriterlere bakılıcak olursa; terapist etmenleri  şunlar olacaktır : psikoterapi eğitiminin uygunluğu, psikoterapide deneyim, psikoterapide teşhis beceri ve bilgisi, kurum tarafından verilen terapötik sorumluluk, kanuni sınırlamalar. Danışan etmenleri ise ; Kişilikle ilgilenmenin düzeyi, savunma yapısının katılığı, ego ve diğer kişilik kaynaklarının gücü, somatik katılım, belirtilerin sınırlayıcı/engelleyici doğası, terapötik amacın doğası (  I.M. Brammer ve E.L. Shostrom, 1982 ).

Kişinin iç dünyasında kendisini ve çevresini nasıl algıladığını anladıktan sonra, ruhsal yaşantılarını yeni bir çerçeve içine yerleştirme süreci olan psikoterapi, bu süreç içerisinde kişi ile onun olduğu yerde buluşup, anlaşıldığı ve onaylandığı mesajı verilirken, aynı zamanda ona yeni bir bakış açısı da sunulur. Terapist uygun bulduğu yaklaşım doğrultusunda yanlış inançları düzelterek ya da yorumlarla hastanın dünya görüşünde alternatif bir bakış ya da şüphe oluşturmak ister. Başlangıç görüşmesi ve tedavinin başlaması arasında kesin bir sınır yoktur. Kişinin kendi mutsuzluğu ya da rahatsızlığı için bir şey yapmaya karar verip terapiste gelmesinde bile terapötik bir yan vardır. Sorunlarının ciddiye alındığını hissetmek ve bunları duydukları karşısında hayal kırıklığına uğramayan bir uzmanla ele almak, hasta için zaten yararlıdır (M, Ozmen, 1999. ).
Psikoterapi çeşitlerine bakacak olursak başlıca, Davranış Terapisi, Obsesif-Kompulsif bozukluk, Kognitif (Bilişsel) Terapi, Bilişsel-Davranış Terapi, Dışavurumcu Sanat Terapisi, Diyalektik Davranış Terapisi, Sistematik Desensitizasyon Terapi, Bireylerarası Terapi, Oyun Terapisi, Psikoanaliz, Psikodinamik Psikoterapilerini görebiliriz.

PSİKOTERAPİDE UYGULAMA VE ARAŞTIRMA
Psikoterapi uygulama ve araştırmaları açısından, uygunluk (adherence) kavramı, belirli bir psikoterapi yaklaşımı ya da yönteminin aslına uygun yürütülme derecesine işaret etmektedir. Yetkinlik kavramı ise söz konusu yaklaşım ya da yöntemin ne düzeyde yetkin bir biçimde uygulandığını; başka bir deyişle uygulamanın kalitesini göstermektedir (Barber ve ark. 2003). Bu açıdan, yazarlara göre, bir tedavi yönteminin etkili bir biçimde yürütülebilmesi için, hem uygunluk hem de yetkinlik koşullarının bir arada sağlanması önemlidir. Uygunluk koşulunun sağlanmadığı bir uygulamada yetkinlik koşulunun sağlanabilmesi olanaklı görünmemektedir. Ayrıca, uygunluk koşulunun sağlanması da, yetkinlik koşulunun sağlanabileceği anlamına gelmemektedir. (Dr. Gonca Soygut, Dr. Sait Uluç, Dr. Zeynep Tüzün,2008 )
Özellikle, bir tedavi yaklaşımının etkinliğinin incelenmesinin hedeflendiği psikoterapi sonuç (outcome) araştırmaları açısından, söz konusu yaklaşımların, uygulamada aslına uygun bir biçimde yürütülebilmesi, terapistin uygulama biçimlerinden kaynaklanabilecek karıştırıcı değişkenlerin kontrol edilebilmesi açısından oldukça önemlidir. (Dr. Gonca Soygüt, Dr. Sait Uluç, Dr. Zeynep Tüzün,2008 )  Barber ve ark. (2003) tarafından da vurgulandığı gibi, bir tedavi sürecinin olması gereken protokolde yürütülmemiş olması, söz konusu tedavinin etki düzeyinin sınırlı kalmasının başlıca nedenlerinden biri olabilir. Buradan hareketle, psikoterapi araştırmalarının ilk dönemlerinde, yaklaşımlara özgü geliştirilmiş olan tedavi el kitaplarının  kullanılması yaygın bir eğilim olarak gözlenmektedir. Bununla birlikte, uygulamalarda standardizasyonun sağlanabilmesi ve bir tedavi yaklaşımının uygulamada uygun düzeyde yürütülmesi açısından, sadece el kitaplarının temel alınmasının da yeterli bir çözüm olmadığı belirtilmektedir (Moncher ve Prinz 1991) Bu açıdan, psikoterapide değişimi sağlayan nedir? sorusuna daha özgül yanıtlar verilebilmesi için terapötik ilişkinin yanı sıra, teknik ve katılımcı özelliklerinin etkileşimlerinin de göz ardı edilmemesi gerekliliği vurgulanmaktadır (Castonguay ve Beutler 2006)

KLİNİK PSİKOLOJİ
Klinik psikoloji 1912-1930 yılalrı arasında zeka ölçümü çabaları sonucu gelişmiştir. Vaka çalışma yöntemlerini, değerlendirme araçlarını ve psikoterapötik görüşme tekniklerini kullanmaktadır. Klinik Psikoloji de planlama ve problem çözümleme; teşhise ve yorumlamaya yönelik psikolojik testler, bilgi kaynakları, verilerin yorumlanması. Öğrenme güçlükleri örnek : İyileştirici teknikler, teşhise yönelik psikolojik testler. Duygusal sorunlar, örnek : Durumsal   kaygı, öfke, ambivalans ve bunların sınırlayıcı/derin olmayan belirtileriyle çalışmak. Psikolojik testler kullanımı yoluyla vaka çalışmaları ve kişiliğin işlevlerini tanımlamaları. Klinik psikoloji kişisel kazançlarla daha çok ve davranışın patolojisi ile daha az ilgilendiğinde psikoterapiden uzaklaşmaktadır. Klinik psikologlar genelde ileri derecede davranış bozukluklarının tedavi edildiği hastanelerde ve kliniklerde çalışmaktadırlar. Serbest olarak ya da bir kurumda çalışan klinil psikologlar evlilik, rehabilitasyon, geriatrik ve anababa sorunları olan okul dışı ortamlarda temel olarak normal dışı insanlarla çalışırlar (  I.M. Brammer ve E.L. Shostrom, 1982 ).
Toplum kliniklerinde ayakta tedavi gören psikotik hastalarla yapılan çalışmalarda, ruh sağlığı kliniklerinde çalışan terapistler bunu psikoterapi olarak adlandıracaklardır ama aynı zamanda yaptıklarının kişilik değiştirme yönlerinden çok destekleyici yönü olduğunu vurgulayacaklardır. Bununla beraber, çoğu insan bu yoğun tipteki etkinliği psikolojik danışma olarak adalandırmayacaklardır.  Klinik psikoloji, dönemsel tanımlanan eğitim ve rol tanımlama konferanslarına ve değerlendirme programlarına sahiptir ( Scott T Meier, Susan R Davis, 2007 ).
PSİKOTERAPİST ve KLİNİK PSİKOLOG
Psikoterapist, Klink Psikolog ve  Eğitim Süreçleri
Herhangi bir uzman grubunun sadece sahip olduğu yeterlilik alanlarında uygulama yapması çok önemlidir. Pek çok uzman grupları psikolojik danışma ve psikoterapötik teknikleri kullanmaktadır. Bir uzmanlık alanının önemli özellikleri şunlardır. Bireylere hizmet veren toplumsal olarak kullanışlı servisler, beceriler ve işlemler; eğitimin evreleri ve standartları ( seçme işlemlerini içerecek şekilde ) ; uzmanlık alanının ve onun bilimsel temellerinin gelişimine yönelik uzman kuruluşlar, topluluklar ve dergiler, planlanmış araştırma programları; sertifika ve ehliyet verme; etik kurallar kodu; diğer uzmanlık alanlarıyla işlerliği olan ilişkiler kurma; ve profesyonel özgürlük. Psikoterapist eğiitmi ile ilgilenen iki kuruluş APA ve APGA dır. APA, Danışman eğitimi ve süpervizyonu derneği ve Amerikan Fakülte Personeli Derneği ( ACPA ) klinik psikoloji ve diğer çalışmalar ile ilgili öngörülen eğitim standartlarını yayınlamışlardır. Bu eğitim programları, genellikle, davranış bilimleri ve genel eğitim temel geçmişi üzerine yapılandırılmıştır. İlk lisans yılları genel psikoloji araştırma yöntemleri, istatistik, ölçme, insan gelişimi, fizyolojisi konularında temel eğitimi içermektedir. APA (1979) ya göre doktora derecesine götüren ileri düzey eğitimin değerlendirme, staj, profesyonel konular ve araştrma konularında ek çalışmaları içermesi gerekmektedir. APA, psikolojik hizmetleri sağlayanlar için genel standartları yayınlamıştır. ( APA, 1975). Bu temel önermelerden, klinik psikoloji alanında uzmanlık standartları geliştirilmiştir. Bu dökümanlar, uygulama için gerekli olan genel ilkeleri, bunu uygulayacak olan bireylerin tanımlarını, sorumluluk ilkelerini ve rehber çizgileri sunmaktadır. APA ve ACES, öğrencinin lisans çalışmasında elde ettiği bilgileri bütünleştirebilmesi ve klinik psikolojide süpervizyonlu bir eğitim kazanması için doktora öncesi staj eğitiminin gereğini vurgulamaktadır. Staj programları, APA tarafından kabul edilen doktora programlarında psikologlar için gerekli görülmektedir. Pek çok eyalette psikologların ehliyet yenileme programlarının bir parçası olarak sürekli eğitim gerekli kılınmaktadır.  Bir uzmanlık alanı için gerekli olan bir başka kriter de o uzmanlık alanının yayınlarını sürekli takiptir (  I.M. Brammer ve E.L. Shostrom, 1982 ).
Psikoterapist;  istekli olarak belirlenen sistemli bir psikoterapi yaklaşımının eğitimini vermeye yetkin olan kurumlar tarafından belirlenmiş standartlara uygun ve bu standartlarda eğitim sürecini tamamlayıp, gerekli ehliyet ve sertifikalarına sahip olmuş durumunda gözükür. Lisans, yüksek lisans ve doktora programları dahil psikoterapist ünvanını kullanmakta yeterli olmaya bilir. Bunun için sistemli bir psikoterapi yaklaşımında gereken uzun soluklu eğitimleri almış ve bu ehliyeti sağlamış olma durumu söz konusudur.  Psikoloji biliminin uzmanlık alanları vardır.  Psikoterapist ve psikoterapi; klinik psikoloji, sosyal psikoloji, davranışsal psikoloji gibi uzmanlık alanlarında söz konusu ehliyetli uzmanlıkların yaklaşım biçimlerini kapsar.  Psikoterapi alanlarında çalışan yetersiz uygulayıcılardan halkın ve alanın korunması zorunludur. Bir sertifika ve ehliyet yeterliliği garanti etmesede, uygulayıcının sahip olduğu tekniklerde yıllar süren bir eğitim ve süpervizyon aldığı konusunda halka bilgi sağlamaktadır (  I.M. Brammer ve E.L. Shostrom, 1982 ).
Sertifikanın bir örneği APA tarafından verilen doktora sonrası sertifika ya da diplomadır. Bu kuruluş, klinik psikoloji ve diğer alanlarda diploma vermektedir. Yapılan yazılı sınav adayın uzmanlık alanıyla ilgili temel uzmanlık bilgisini ölçmektedir. Sözlü sınav, danışan ilişkileri, uzmanlık konuları ve adayların gözlem altında uzmanlık alanlarıyla ilişkili hizmetleri sundukları uygulama durumlarıyla ilgili sorunları içermektedir. AAMFC profesyonel yeterliliği belirleme çabalarının bir başka örneğidir.  Psikologlara ehliyet verilmesi sertifika verilmesinden daha değişik bir süreçtir. Psikolojiyi uygulayabilme ehliyeti eyalet hükümetleri tarafından verilmekte ve genellikle yalnızca doktoralı olan bireylerle sınırlandırılmaktadır. Ehliyet kanunu bazı uygulamaları yasaklamakta ve psikoloğun ne olduğunu ve psikolojik uygukamayı tanımlamaktadır. Psikoloji sertifikası ve kayıt kanunları genellikle uygulamayı tanımlamakta ve tek başına psikolog ünvanının kullanılmasını yasaklamaktadır. Kayıt tutma, uygulayıcıları tanımanın ve onların uygulama yapabilirliğini belgelemenin ek sürecidir. Ehliyet ve sertifika verme bir uzmanlık alanının belirleyici işaretleridir ve halkı korumaktadır. (  I.M. Brammer ve E.L. Shostrom, 1982 )
Psikoterapide bilinç ve bilinçdışı söz konusudur, zaman daha çok geçmiş zamandır. Şimdiki zamanda geçmiş zamanın ilişkileri kurulur. Terapi uzun soluklu olup, iç görü ve farkındalık amaçlanır. Terapist, uzmanlık alanında sistemli kuramıyla ilgili, yetkili kurumlardan geçerli ehliyet ve sertifikalarına sahip, lisans, yüksek lisans ve doktoranın dışında sistemli kuramının eğitim sürecini tamamlamış ve terapötik ilişki için yeterli deneyim ve entelektüel donalımdadır. Klinik görüşmede ise, bilinç ve bilinçdışı vardır, zaman şimdiki zamandır. Gözlem, iç görü, terapötik yaklaşımlar , yakınlık, empati her ikisininde de ortak olup, klinik görüşmeler daha kısa soluklu ve şimdiki zamanda problem gözlemleme yapılabilir. Klinik Psikologlar, Türkiye de, üniversitelerde klinik psikoloji yüksel lisans programını bitirmeleri sonucunda unvanlarını alırlar.
PSİKOTERAPİDE ve KLİNİK GÖRÜŞMEDE TERAPÖTİK İLİŞKİ
Psikoterapötik iletişim, öğrenmesi tamamlanmış olan ya da normal kaygı olarak adlandırılan olguyla beraber daha az bilinçli çatışmaları olan bireylere yardım etmeyi içermektedir. Bu, hiç şüphesiz danışmana ‘normal’ olanı ‘patolojik’ olandan ayırma konusunda aşırı bir yük koymaktadır. Ancak patolojik ve terapötik sınırlılıkların bu şekilde tanınması psikoloğun uzmanlık eğitiminin bir parçası olmuştur.  (Smith, M. L., Glass, G. V. , and Miller, T. I., 1980 ).

Bireysel psikoterapinin tüm formlarında, iki kişi arasındaki ilişki, yani terapist ile hasta arasındaki ilişki esastır. Hasta, stres yaratan durumu ortadan kaldırmakta kendisini yetersiz hisseder ve sorunu çözme konusunda usta olduğunu kabul ettiği terapistin yardımını arar. Terapist ve hasta, hastanın duygu, tutum ve davranışlarında arzu edilen değişiklikleri sağlamak üzere bir dizi etkileşim içine girerler. Bu karşılıklı insan ilişkisi, kendine özgü sevgi, saygı ve güveni de içerir. Hastanın sorununu hafifletmek için bu iki insanın birlikte çalışmaya karar vermesi ile başlar. Sorunların birlikte tanımlanması, terapinin amaçlarının ve uygulanacak yöntemlerin birlikte saptanması süreci yaşanır, kendisinden ne beklendiğini ve bazı gerekliliklerin neden yararlı olduğunu anladığı zaman, iç dünyasının araştırılmasında daha katılımcı, iletişime daha açık olacaktır. (Özge Doğanavşargil, Işıl Vahip, 2003.)
Psikoterapi araştırmaları alanında belirtilen gereksinimlerin bir sonucu olarak, psikoterapötik yaklaşımların uygulamalarda ne düzeyde yansıtıldıklarını, başka bir deyişle tedavi sürecinin iç geçerliğini, değerlendiren araçların geliştirilmeye başladığı görülmektedir. Bu açıdan, bilişsel terapiye uygunluk ve yetkinliğin değerlendirildiği psikoterapi araştırmalarında, öncelikle, uygulanan bilişsel terapi sürecinin ne düzeyde uygun yürütüldüğü değerlendirilerek bilişsel terapinin diğer bazı yaklaşımlardan ayırt edilebilirlik düzeyinin incelendiği izlenmektedir (Luborsky ve ark. 1982, DeRubeis ve ark. 1982, Barnackie ve ark. 1992, Hill ve ark. 1992, Blagys ve Hilsenroth 2002). 
Klinik Psikologta, terapötik işbirliği, sağaltım işini yürütmek üzere, hasta ve klinisyen arasında kurulan bir ortak çalışma ilişkisidir (Goldstein 1998). Klinisyenin terapötik işbirliği kurma becerisi ise, sorunları / bulguları ayırt etme, tanıma ve en yararlı sağaltımı düşünme sürecine hastayı etkin olarak katabilme becerisi olarak basitçe tanımlanabilir (Gabbard 2000). Terapötik işbirliği terimiyle kastedilen, terapötik süreçteki gerçekçi işbirliğidir (Özge Doğanavşargil, Işıl Vahip, 2003). Sorun çözücü tutum, hastanın kendi sorunu ve buna karıý gelişmiş savunmalarını çözebilmek için klinik yöntemli psikoterapide neler yapabileceğini gösterir. Terapiste ait etkenler; eşduyum ve terapistin gerçekçilik, içtenlik gibi özellikleri ve mesleki bilgisidir (Özge Doğanavşargil, Işıl Vahip, 2003).  Terapist, gündelik yaşam öykülerinden gelişimsel öykü çıkarımlarında bulunmak, duyguların ayrıştırılması, çocukluk yaşantılar ile gündelik yaşantı örtüşmelerini, saygı ve eşduyum ile teknikleri uygulamaya çalışır. Açıklığa kavuşturma, müdehaleci olmayan, sabırlı ve kişinin hızına öncelik veren bir tutum içerisindedir  (  I.M. Brammer ve E.L. Shostrom, 1982 ).



KAYNAKLAR
Brammer I.M., Shostrom E.L. (1982). Psikolojik danışma ve psikoterapi uzmanlık alanı.
Basch, MF. (1980). Doing Psychotherapy.
Smith, M. L., Glass, G. V. , and Miller, T. I. (1980).Psikoterapi türleri.
Özmen, M. (1999). Kısa süreli tedavilerde terapötik etkinliğin arttırlması.
(Barber ve ark. 2003). Development of the cognitive therapy adherence and competence scale.
Blackman, JS. (1994). Psychodynamic techniques during urgent consultation interviews. Journal of Psychotherapy Practice.
Soygüt, G, Uluç S, Tüzün Z.(2008). Bilişsel terapiyi uygun-yetkin düzeyde yürütme ölçeği'nin güvenirlik ve geçerliğine ilişkin bir ön çalışma.
(Moncher ve Prinz 1991) Treatment fidelity in outcome studies.
(Castonguay ve Beutler 2006) Principles of therapeutic Change: A task force on participants, relationships, and techniques factors.
Meier, S.T, Davis, S.R. (2007). Psikolojik danışma temel öğeler.
Doğanavşargil, Ö. Vahip, I. (2003). Psikiyatrik yakınması olmayan bir aile içi şiddet olgusu.
Luborsky ve ark.(1982).Can independent judges recognize different psychotherapies? An experience with manual guided therapies.
Rustin, M, Güvenir, T, Özbek, A.(2003). bir olgu örneği üzerinden bebek gözlemleri seminerlerinin psikanaliz ve psikoterapi eğitimindeki yeri ve önemi.
Oğuz, N,Y.(2001). Tıp etiğinin ışığında psikoterapi.
Özdoğan, Ö.(2005).Ruhsal yaklaşım ve insan Türkiye’ de bir uygulama örneği.
Akkoyun, F.(1993).Danışma psikolojisinin dünü, bugünü, geleceği.














Body and Mind ( structuralism )

Mind and body is the one of main argument between psychologists and the psychological process. If we observe  to psychological phenomens, we can be aware of that the mind and body theory is changing between all the phenomens according to their main view point. There are some important ideas what includes different ideas about mind and body in a history of psychology. These are  structuralists, functionalists, gestalt psychologists and the behaviorists.
  Firstly structuralism has got their own radical ideas about mind and body and interaction of mind and body. If we observe to structuralism, we can clearly realize that structuralism is mostly talk about mind rather than body. Wilhelm Wundt influences Fechner, deeply and he started to study about introspection and interaction between body and mind. After that, Tichener is continue to work on interaction and interaction between mind and body. And in generally structuralists affirm that body is under controlled by mind and the mind is effective. Structionalists evidence that body has got very limited and is not effective very much on the mind. So Usually ; Mind affects on body and body has not got very much action.
  Secondly; when we look at the functionalists, we can directly find the idea that functional psychology is the psychology what is relations between psychophysical body and mind. It includes to all the relationship of the organism and its environment. Functionalism includes mind and body functions and these are became available to research behaviours which are unconsciousness and consuetude. Functionalism believe that there is not really a differentiation between body and mind and say that body and mind is same order and body and mind transfer from one to the other, comfortably.
  Thirdly ; gestalt psychologist is talk about a ‘’holl’’ and normally when they are work on argument of body and mind, they affirm that body and mind is interaction with each other and in the same time, body and mind affect on each other. Mind and body come together in a processing of behaviour or act of thinking.  Fourth ; Behaviourist psychologists separate each other when they are focus on mind and body theory. Behaviourists have got one of the main different idea which is pair with S-R and pair with S-O-R. Behaviorists who are accepted S-R affirm that consciousness or mind has got main role in the mind and body theory. They announce that learning with mechanicals process. On the other hand; when we research to behaviourist who affirm S-O-R , believe that there is a interaction between mind and body and the mind and body affects on each others.
      

REFERANSLAR ( İntihar Eğilimi ve Psikolojik Süreçleri, Ana Hatlarıyla Üç Paradigma,Postpartum Depresyonu ve Anne )

İntihar Eğilimi ve Psikolojik Süreçleri, Ana Hatlarıyla Üç Paradigma,Postpartum Depresyonu ve Anne Bloglarının Referansları
REFERANSLAR
Durukan E, İlhan MN, Bumin MA, Aycan S. (2011) 2 Hafta – 18 aylık bebeği olan annelerde postpartum depresyon sıklığı ve yaşam kalitesi
Kitiş Y, Karaçam Z. ( 2009 ) postpartum depresyon sıklığı ve etkileyen faktörler.
Taşkın L. ( 2009 ) Türkiye de postnatal depresyon ve etkileyen faktörler.
ÖZSOY, SD, Ertuğrul E. (2003).
D.I.E. İntihar İstatistikleri (2002).
Oquendo, Mann. (2000).
Kendell. (1981).
Çaplan, (1984).
McWilliams N. (2009) psikanalitik tanı.
Köroğlu E.(2009) psikiyatri el kitabı.
Schultz D, Schultz S. (2007). modern psikoloji tarihi.
Flanagan S, Flagan R.(2003). Clinical interviewing.

Postpartum Depresyonu ve Anne

Doğum yapan her 10 anneden biri değişik derecelerde doğum sonrası depresyon yaşamaktadır. Postpartum komplikasyonlar, bazen doğuman 1 yıl ve sonrasında da görülebilir. Genel gözlem doğumdan sonra günler içinde ortaya çkabildiğidir. Postpartum depresyonu olan kadın, hafiften şiddetliye birçok depresif semptom yaşayabilir. Bazı günleri “iyi”, bazılarını” kötü geçirir. Semptomlar her kadında ayni olmasa da kadınlar kendilerini mahcup, suçlu ve izole hissederler. Postpartum depresyonun kadın ve aile içerisinde olumsuz etkilerini önlemek için erken dönemde müdehale edilmesi gerekmektedir. Gebekiğinden vazgeçmek isteyen, gebeliği sırasında sosyal destek alamayan, anne olarak kendini yeterli hissetmeyen ve postnatal meme sorunu  yaşan kadınlaırn diğer kadınlara göre yüksek oranda depresyon riski oranı taşıdığı gözlemlenmiştir.
Obsesif kompulsif bozukluk, panik bozukluk gibi anksiyete bozuklukları, majör depresyon bozukluk, bipolar bozukluk gibi duygu durum bozuklukları, şizofreni, posttravmatik stres bozukluk, dismorfobi gibi farklı klinik durumlar, postpartum dönemde gözlemlenmektedir. Gebelik ve lohusalık döneminde yoğun hormonel değişim ve yoğun psikososyal stres faktörleri bu ruhsal bozuklukların gelişimine yol açar.
Postpartum depresyon tedavi edilmediğinde kronik ve tekrarlayıcı bir hastalık haline gelmekte, kadının yaşam kalitesini düşermekte, kadının intihar etme ve bebeğine zarar verme risklerini arttırmaktadır.
Sağlık personelleri tarafından istenmeyen gebeliklerin önlenmesi, doğum sonu anne ve bebek sorunların erken dönemde çözülmesi, doğum sonrası döneme hazırlık için kadına danışmanlık ve eğitim verilmesi kadını bu sürece iyi ve kötü yönleriyle hazırlayıp, hiçbir durum karşısında yabancılaşma yaşamaması adına bu süreçlerden bahsedilmesi ve kadının bu süreçleri içselleştirmesinin sağlanması önemli önleyici faktörlerdendir.
Birçok anne için gebelik ve ilk doğum yaşamının önemli bir devresidir. Biyo-psiko-sosyal stressin getirdiği yeni durumla anne adayı gelecek olan annelik görevine alışmak, kendi geçmişi ile yüzleşmek, üçüncü bir ilişki içerisinde eşiyle beraber aile ve toplumda var olmak, kendi ailesi, eşinin ailesi, sosyal çevresi ile uyum içerisinde olma durumunu sağlamaktadır. Kadınlar, bir şekilde, doğumun otomatik olarak keyif ve neşe oluşturduğunu öğrenmişlerdir. Çocuk doğurmayı takip eden dönemin, hayatlarının en mutlu zamanı olması gerektiğine inanmaya yönlendirilmişlerdir. Gerçekte ailenin yaşam döngüsündeki en stresli ve endişe üreten dönemlerden biridir. Hayatın her tecrübesinde olduğu gibi bu dönemi sağlıklı geçirecek olanlar bu dönemin keyif ve mutluluğunu yaşamak adına uzun zamandır çocuk planlayanlar ve kendini bu durumun sorunlarına, avantajlarına ve dezavantajlarına daha önceden hazırlamış olanlar olabiliyorken pek çok faktörden etkilenip bu süreci yaşamına son verecek kadar ağır algılayanlarda olabilir.
Annelik hüznü yeni annelerin önemli bir bölümünü etkileyen ve en sık görülen doğum sonrası süreçlerinden biridir. Postpartum ilk 2 haftada görülür; depresyon, eleştiriye aşırı duyarlılık, ağlama,  irritabilite, anksiyete, yorgunluk, uyku bozuklukları ve yoğunlaşma problemleri ile karakterize nispeten hafif bir bozukluktur (Miller ve Rukstalis 1999, Williams ve Casper 1998, Llewellyn ve ark. 1997). Bazı annelerde depresyonun aksine mizaçta yükselmenin görülebileceği de bildirilmektedir (Parry 1999). Hüzün genellikle doğum sonrası 3. ya da 4. Günde ortaya çıkar; semptomlar geçici olup, 1-2 günden 1-2 haftaya kadar sürebilir (Kendell ve ark. 1981).
Normal lohusalıkta stresli bir dönem; fizik yorgunluk, tükenmişlik, pelvik travma, emzirme acısı, meme başı ve bebeğe bağlı emzirme sorunları, uykusuzluk, çok kilo almış olma ve normal bedene geri dönme isteği, libido kaybı, yeniden gebelik korkusu, sosyal açıdan fakirleşme, alışılmış çevrenin kaybı, meslek sorunları ve tüm bu faktörlerle ilişki içinde eşin reaksiyonları ile oluşabilir.
Hızlı bir değişimin neden olduğu ergenlik döneminde psikolojik problemlerin çıkması nasıl bekleniyorsa Gebelik ve doğumda da  anne adayı çelişkili duygular ve hazırlıklar içinde yönlendirilmiş iken biyo-psiko-sosyal hızlı bir değişikliği ile beklenir.
Anne adayı, gebelik dönemi sonunda bebeği ile oluşan ilişkilerini yapılandırırken bir yandan da kadın ve anne olmak fikrinin duygu ve düşünceleriyle çelişir. Evlilik öncesi yargı ve ön yargıları, eşiyle olan iletişimi, vb… bu çelişkilere yön verir. Ergenlik döneminden kalma beden algısı, cinsel unsurların öneminin artması bir yandan da anne olduğunda kadın olarak çekiciliğini kaybetme korkuları yaşamaktadır.
Doğumdan sonra anne baba ve bebekte strese bağlı olarak çeşitli hastalıklar meydana gelebilir. Bu stres genellikle anne – baba ve bebeğe ait bio-psiko-sosyal strestir. Bu rahatsızlıklar arasında, en çok bilinenler; annelik hüznü, annenin depresyonu, bipolar bozukluğu, psikozu, travma sonrası stres reaksiyonudur. Kültürel ve sosyal çevrede bu rahatsızlıkların oluşmasında rol oynar.
Annelerin yarısı 3-5. günler arasında ani başlayan, annelik hüznünü geçirir. Yeni annelerin bu dönemde çökme dönemini yaşar. Semptomlar; nedensiz ağlama, tezcanlılk, irritabilite, huzursuzluk ve anksiyete olabilir. Bu hüzün geldiği gibi, çabuk kaybolur. Annelik hüznü, gebeliğin sonlarına doğru görülen nörotisizm, durumluk kaygı ve depresyonla ilşikili bulunmuştur.
Postpartum psikozlar ağır ve nedir hastalıklardır. Doğum yapmış 1000 kadından birinde gözlemlenmektedir. İlk iki hafta içerisinde görülür ve başlangıcı ani olur. Postpartum psikozun semptomları aşırıdır ve realite kaybı görülür. Semptomlar; hallusinasyon, delüzyon, ağır insomni, şiddetli anksiyete, intihar ve homisid düşüneleri, bizar duygulanım ve davranış olabilir. Bu dönem için amnezi vardır. Travma sonrası stres bozukluğunda ağır bir doğumdan sonra bazı kadınlar uykusuzluk, kabus görme, gündüz olayı yeniden yaşantılama gösterebilirler. Semptomlar doğumdan birkaç gün, hafta ya da aylar sonra ortaya çıkar, kronikleşebilir, depresif semptomlar gelişebilir.
Genel olarak özetleyecek olur isek; Postpartum bozukluklar biyo-psiko-sosyal faktörlerle ilişkilidirler. Hormonel biyolojik değişiklikler, eşler arası çatışma, desteğin olmayışı, ekonomik güçlükler, ve bireysel psikolojik faktörler; yüksek anksiyete, düşük kendilik değeri depresyon ve postpartum psikozun ortaya çıkışında rol oynar.
Bebeğin gelişimi:
Bebeği kişilik özellikleri, mizacı ve bulacağı psiko-sosyal ortamla ilgili risk faktörlerinin bulunmasından dolayı yaşam boyu etkilenir. Annenin depresif bozukluğu, anne-çocuk ilişkisini ve eğitim işlevini yoğun etkiler. Çocuğa yönelik negatif duygular, çocuğun ihtiyaçlarına duyarlılığın azlığı, pedagojik yardımın yapılmaması, uyumsuz anne – bebek ilişkisi üzerinden etki eder.
Depresif anneler çocuklarını depresif olmayan annelere göre daha zor, rahatsız edici ve talepkar algılarlar. Annenin yetersizliği çocuğun yetişkinden kaçınmasına neden olabilir. Psikolojik gelişiminde çocuğun anne baba ile ilişkisi anne ve babanın depresyonu ve bu depresyonun çocuğa yansıtılması çok önemli rol oynamaktadır. Ana-baba-çocuğun birbirlerine bağlanmasında ve çocuğun temel güven duygusunda sorunlar oluşur. Pospartumun etkileri olan bir anne de bebeğin eğitim eksikliği; kuralların olmayışı, çocuğun aile dışında ve kaldığı yer hakkında bilgi sahibi olmama duyguları oluşur.
Dinamikleri bu şekilde yapılanmış olan anne – bebek ilişkisinde ki bebeklerde; yaşam boyu depresif, bipolar, psikotik olan ana-babaların çocuklarında da kalıcı psikiyatrik bozukluklar olduğu bildirilmiştir.

İntihar Eğilimi ve Psikolojik Süreçleri

İnsanlık tarihi boyunca farklı toplumlarda, farklı sıklıklarla görülen intihar, salt ruh sağlığı uzmanlarını ilgilendiren bir sorun olmayıp ekonomik, kültürel, toplumsal yönleri de bulunan bir olgudur. İlkel toplumlarda da intihar eyleminin olduğu bilinmektedir. İntihar düşüncesi, eğilimi ve girişimi, yaşama dürtüsüne karşıdır. Bu nedenle ruhsal açıdan bir bozukluk belirtisi olarak kabul edilir. İntihar oranı bir toplumdan diğerine göre değişmektedir. İntihar oranının bazı toplumlarda oldukça düşük olmasına karşılık, bu olgu bazı kültürlerde benimsenmekle kalmamış, belirli koşullar ortaya çıktığında girişilmesi zorunlu bir davranış biçimi olarak kabul edilmiştir. ( Saliha DEMİREL ÖZSOY, Ertuğrul EŞEL, 2003 )
Emile Durkheim’e göre, “Ölüme götüreceğini bilerek, olayın kurbanı tarafından girişilen olumsuz eylemin doğrudan doğruya ya da dolaylı olarak meydana getirdiği her ölüme intihar denir.” Edwin Shneidman’a göre, “İntihar dayanılmaz acıları, ağır sorunları olan, şaşırmış, bozulmuş ve gücü azalmış benliğin çözüm arayıcı bir eylemidir.”
Intihar davranışları özellikle gençler arasında yaygın olarak görülmekte; ergenlerde ölüm nedeni olarak üçüncü sırada yer almaktadır. Ülkemiz açısından bakılacak olursa, Devlet
İstatistik Enstitüsü verilerine göre Türkiye'deki kaba intihar hızı 3.30/100.000'dur (D.I.E. İntihar İstatistikleri 2002). İntihar girişimleri ise kuşkusuz daha fazladır. Son dönemde yapılan kapsamlı bir çalışmada, 1998 ve 2001 yılları arasında intihar girişimi hızının ortalama 78.89/100.000 olduğu belirtilmekte ve bu yıllar arasında intihar hızlarında %93.59'luk bir artıştan söz edilmektedir. Parçalanmış aileden geliyor olmak hem intihar için risk etmeni olan major depresyon görülme sıklığını, hem de bir psikososyal stresör etmen olarak intihar riskini arttırmaktadır. Sosyoekonomik yetersizliklerin ve sorunların intihar için bir risk etmeni olabilir.
Birey içindeki saldırganlık içgüdülerinin etkisiyle ölümü aramaktadır. Bu tür intiharda daha çok mazohistik bir yan vardır ve intihar ölümle sonuçlanmaktadır.
İntihar Girişimi, hayatı tehdit edici olan ve bireyin kendisine yönelen her hareketi kapsayan bu tür intihar girişimleri ölüm ile sonuçlanmamaktadır. İntihar Fikri, Birey yaşamına son vermek için çeşitli girişimlerde bulunacağına dair ipuçları verir.
İntihar ve intihar girişimi üzerine yapılan birçok araştırma ve inceleme sonucu bazı ortak noktalara varılmıştır. Erkek olma, Bekâr olma, Beyaz ırktan olma, Boşanmış, dul, ayrılmış olma, İş kaybı, Ergenlik, Yaşın ilerlemesi, Şehirde yaşama, Dinsiz olma, Son altı ayda fiziksel sağlığın kötüleşmesi, Öyküde intihar girişiminin varlığı, Ailede intihar öyküsünün olması intihar girişime etki eden faktörlerdendir.
Depresyon, Alkol bağımlılığı, Şizofreni, Kişilik bozuklukları, Deliryum (bilinç sislenmesi), Demans etki eden bozukluklardandır. Irk, medeni durum, ailesel faktörler, eğitim ve ekonomik durum, cinsel dağılım, sosyal sınıf ve konumlar, seçilen yöntem, intihara etki eden faktörlerdir. Yapılan diğer araştırmalarda; Emir veren sesler duyma, Etkilenme sanrısı, Perseküsyon sanrısı, Negativistlik gibi semptomlar gözlemlenebilir.
Stengel’ e göre Kadın olmak, Evli olmak, Çok sayıda çocuk, Dinî bağlılık, Düşük sosyo-ekonomik sınıf, Savaşta olmak, İnsan yoğunluğunun az olduğu yerlerde yaşamak, Bahçe vb. kırsal alan meşguliyetleri olması intihar oranını azaltan etkilerdendir.
İntihar eyleminin amacı iki amaca yönelebilir. Demonstratif (gösteri, teşhir) amaca yönelik ve Gerçek ölüm arzusu ile intihara kalkışmak. Demonstratif İntihar Davranışı: Korkutmak, İlgi ve yardım sağlamak, Sevgi kazanmak, Mesaj vermek gibi amaçlarla gerçekleştirilebilir. Gerçek Ölüm Arzusu İle İntihara Kalkışmak, Psikiyatrik bozukluklarda bir sonuç, komplikasyon veya hastalığın bir belirtisi olarak meydana gelen intiharlar, Kısa devre reaksiyonu olarak intiharlar. Büyük bir felaket, Maddî ve manevî önemli bir kayıp, Okul başarısızlıkları, Ticari başarısızlıklar, Aşk intiharları, Utanç hissi gibi bir olay, Kollektif olarak intihar edenlerden oluşmaktadır.
İntihar davranışlarının gün geçtikçe artıyor olması, kuşkusuz, konuya olan ilgiyi arttırmış ve yıllardır pek çok araştırmanın yapılmasına neden olmuştur. Özellikle son yıllarda yapılan çalışmalar gözden geçirildiğinde, öfke ve saldırganlık, dürtüsel davranışlar, problem çözme becerileri ve yaşamı sürdürme nedenleri gibi değişkenlerin sıklıkla ele alındığı dikkatleri çekmektedir.
Çocuk travmaları da intihara etki eden çok öenmli bir faktördür. Major depresyonluların birçoğu intihar girişiminde bulunmadığına göre, intihar davranışı impulsivite ve agresyon eğilimi (diyatezi) (ya kalıtsal, ya da çevresel faktörlerce oluşturulmuş) ile geçici duygudurum değişiklikleri veya stres yaratıcı olayların etkileşimi sonucunda ortaya çıkıyor olabilir. Bir başka deyişle, bir kısım depresyonlu hastanın intihara eğilimli oluşu, onlarda önceden var olan agresyon ve impulsiviteye biyolojik eğilimin (diyatez veya predispozisyon) sonucudur. Bu düşünceye göre erken çocukluk travmaları hem intihar diyatezine katkıda bulunur (intihara eğilimi artırır), hem de istismar hatıralarını canlandıran olaylar vasıtasıyla stresör olarak rol oynayabilir. ( Saliha DEMİREL ÖZSOY, Ertuğrul EŞEL, 2003 )
Hankins ve Hankins'in (1988) belirttiğine göre öfke, kişinin belirli bir saldırı, eleştiri ya da
engel karşısında yaşadığı, içsel ve evrensel bir duygudur. Ancak ifade edilişi öğrenmeye bağlı
olduğundan, kişiden kişiye değişmektedir. Ayrıca ifade edilişindeki farklılıklar nedeniyle,
kişiyi daha fazla saldırı ve eleştiriye açık bir hale getirebilmektedir. Araştırmacıların, "öfke özellikleri" arasında en çok vurguladıkları, öfke ifadesinin öğrenilen bir özellik oluşu ve olumsuz saldırganlık öğeleri taşıyan öfke ifade biçimlerinin yerine, yeni ve daha uygun ifade biçimlerinin öğrenilebileceğidir. Saldırganlık konusu ile ilgili olarak da, özellikle sosyal psikoloji çerçevesinde yapılmış pek çok araştırma mevcuttur ve bu konunun evrensel bir olgu olduğu kuşku götürmez bir gerçektir. Öte yandan öfke konusuna yönelik çalışmalara ise daha az yer verilmiş, saldırganlık ve şiddetin altında yatan önemli etkenlerden biri olduğunun anlaşılmasından sonra konuya verilen önem artmıştır. Günümüzde, öfkenin zararlı etkileri ve saldırganlık gibi sosyal ve klinik içerikli problemlerin anlaşılması ve önlenmesindeki rolü kabul edilmiş ve bu konudaki çalışmalara hız verilmiştir. ( BALKAYA 2002 )
Emile Durkheim’in yüz yılı aşkın bir süre önce yayınladığı klasik eserinde sosyal değişimin etkisi ve sosyal bütünleşme düzeylerine dayanarak, üç intihar tipi ayırt ettiği bilinmektedir: Egoistik (bencil) intiharlar toplumla bütünleşme eksikliğinden, altruistik (diğerkam, elcil) intiharlar toplumla aşırı bütünleşmenin getirdiği bir görev anlayışıyla toplumun kişiye yüklediği taleplerden kaçınamamaktan, anomik intiharlar da ahlaki istikrarsızlığa ve aşinası olduğumuz normların kaybına yol açan toplumsal değişimden kaynaklanmaktadır. İntiharın anlamı toplumdan topluma değişebilmektedir. İntiharın bazı yönleri tüm toplumlarda sorun olarak algılanırken, bu davranışın ne ölçüde kınandığı veya kabul edildiği kültürel inanç ve değerler tarafından belirlenmektedir. Sözgelimi Katoliklik ve İslam intiharı şiddetle kınamaktadır. Törensel intiharların tasvip edildiği Japonya’da intihar hızları hala yüksektir. Sosyal bütünleşmeyi daha yüksek oranda sağlayan dinlerin intiharı azaltması gerektiği yolundaki Durkheim’in düşüncesi, din ve intihar ilişkisini inceleyen başka çalışmalarca da desteklenmiştir. ( Saliha DEMİREL ÖZSOY, Ertuğrul EŞEL, 2003 )
İntihar olgusunun gerçekleşmesinde genellikle 3 etmenin rol oynadığı kabul edilir:  İntihar kavramına karşı toplumun grup olarak geliştirmiş olduğu tutum, Kişinin kendi dışından gelen zorlamalar. Bu etmenlerin bireyin karakteri ve kişiliğiyle etkileşimi. İnsanı kendi canına kıymayı düşündürecek kadar güçlü zorlamaları Coleman (1972) 3 grupta toplar.
Kişinin: İlişkilerinde ortaya çıkan bunalımlar, Yenilgiye uğrayarak kendi gözünde değersizleşmesi, Yaşamının anlamını ve umudunu yitirmesi. Özellikle sonuncu etmene intihar olaylarının çoğunda rastlanır. İnsanlar içinde bulundukları güç koşulların gün gelip sona ereceğini ve birçok şeyin düzeleceğini umut edebildikleri sürece yaşamlarını sürdürmek için çaba gösterirler.
Psikolojik açıdan bu alanda çığır açmış en önemli kuram, S. Freud’un psikanalitik kuramıdır. Bu kurama göre, intihar depresyonla ilgilidir ve depresyonun sonunda ortaya çıkan en ağır durumdur. S. Freud ve K. Abraham tarafından geliştirilen klasik psikanalitik teoriye göre, depresyonda hayalde ya da gerçekte bir sevgi nesnesinin kaybı söz konusudur ve buna bağlı olarak kişinin benliğinde bir yoksullaşma, boşluk ve terkedilmişlik duygularıyla birlikte, özdeğerde (self-esteem) belirgin azalma veya yok olma vardır.
Freud “Yas ve Melankoli” kitabında bu konuyu da ele almıştır. Yasta gerçek bir nesne kaybı olurken, depresyonda gerçekte ya da düşsel olarak kişide bir sevgi nesnesini kaybetme vardır. Deprese hastanın benliği kaybedilen nesne ile özdeşleşmiştir. Bu nesneye karşı aynı zamanda ambivalan duygular taşımaktadır. Freud, depresyonun ambivalan duygular taşınan bu nesnenin introjeksiyonu (içe alımı) sonucu olduğunu belirtmiştir. Deprese hasta, içindeki bu nesneye yoğunlaşan öfke, self değersizleşmesi ve depresyon belirtileri ile sonuçlanmaktadır. Freud bu yüzden, melankolinin üç ön şartı olarak nesne kaybı, ambivalans ve benlik içindeki öfkesi ve hayal kırıklığı gerçek nesneye yöneleceğine, kişinin kendine dönmektedir.
Ayrıca yapılan araştırmalarda, intihar girişimi bulunan hastaların kendini cezalandırıcı ve gizil tarzda bir saldırganlık sergiledikleri, suçluluk ve depresyon düzeylerinin daha yüksek olduğu vurgulanmaktadır. Dürtüsel davranışlar konusu, gençler ve yaşadıkları problemler söz konusu olduğunda sıklıkla karşımıza çıkan konulardan birisidir. Özellikle kişilik patolojisi olan bireylerde, duygulanımda düzensizlik ve yoğun öfkenin yanı sıra dürtüsel davranışların görüldüğü de belirtilerek; bu ve buna benzer kişilik özelliklerine, intihar riski olan ergenlerde sıklıkla rastlandığı bildirilmektedir. Dürtüsellik, yalnızca öfke ve saldırganlık davranışlarını değil, engellenmeye karşı toleransın düşük olması ve plan yapamama özelliklerini de yansıtmaktadır (Oquendo ve Mann 2000).
İNTİHAR RİSKİ TAŞIYAN KİŞİLERLE KLİNİK GÖRÜŞME
İntihar girişiminde bulunan kişiye yaklaşım çok önemlidir. Klinisyene başvuran bir hastayla intihar düşüncelerinin ve planlarının olup olmadığı kesinlikle konuşulmalıdır. İntihar davranışı en iyi, çok boyutlu bir olay olarak ele alınarak anlaşılabilir. Değinilmesi gereken önemli noktalardan biri de, gizli intiharlar veya kronik intiharlardır. Gizli intihar derken ölüm riski yüksek etkinliklere girişmek kastedilir: Alkol ve uyuşturucu maddeyi kendisine zarar verecek şekilde kullanmak, süratli ve tehlikeli araç kullanmak gibi. Bu davranışlarda gizli ölme veya öldürme arzusunun yattığı düşünülür. Kronik intihar, başka seçenek varken zorlu ve kötü bir yaşam biçimini seçmektir, bile bile bedenine zarar verici tavırlar içinde bulunmak gibi. İntihar eğiliminin önemli ölçüde biyokimyasal değişikliklere de ikincil olduğu bilinmektedir. Bu nedenle, ciddi intihar eğilimleri gösteren kişilerin çoğunda psikoterapinin yeterli olmayacağı ve somatik tedavilerin uygulanması gereği birçok çalışmada vurgulanmıştır. İntiharı önleme tümüyle olası değilse de, belirli düzeyde azaltmak olasıdır. Son yıllarda ülkemizde de bu yönde girişimler yapılmış, krize müdahale ve intiharı önleme merkezleri açılmıştır. Ancak dünyada günde yaklaşık 1000 kişinin intihar ettiği düşünülürse, intiharın halen ne derece ciddi bir halk sağlığı sorunu olduğu tahmin edilebilir.
İntihar girişimlerinin önemli bir bölümü kriz durumlarındaki aciliyet ve çaresizlik duyguları içinde yapılan, yardım çağrısı ya da zorlayıcı durumdan uzaklaşma isteği niteliğindeki girişimlerdir. Bir intihar girişimi ile karşılaşıldığında yapılması gereken ilk şey tıbbi müdahalenin sağlanmasıdır. İntihar girişiminde bulunan kişinin kriz terapisti tarafından tıbbi müdahalenin tamamlanmasından hemen sonra, o koşullarda görülmesi son derece yararlıdır. Çünkü bu dönem genellikle kişinin hiçbir zaman olmadığı kadar yardıma açık olduğu bir zaman dilimidir; bundan yararlanılmalıdır. İlk görüşmeden sonra en kısa sürede hasta için en uygun psikiyatrik yaklaşımın belirlenmesi gereklidir. İntihara eğilimli kişiler genellikle umutsuzluk, yardım- sizlik ve kontrolü kaybetmiş olma duyguları içindedirler. Problem çözmeye yönelik yaklaşımlar umutsuzluk ve yardımsızlık duygularının azaltılması yoluyla kontrol duygusunun yeniden kazanılmasına ve intihara eğilimin azalmasına yardımcı olur. İntihara eğilimli kişilerde sıklıkla uykusuzluk, anksiyete vb. belirtiler olmakta ve bu belirtiler kişinin sıkıntılarını artırdığı gibi, çözüm üretmeye konsantre olabilmesini de engellemektedir. Bu tür belirtilerin ve varsa depresyonun tedavisi için ilaç kullanımı da bu kişilerde son derece yararlı olmaktadır.
Bir çok intihar girişiminden önce bireylerin tıbbi yardım arayışı veya başka bir şekilde bunu ifade ettikleri bilinirse, sağlık çalışanlarının bu konudaki duyarlılıkları artabilir. Her intihar girişiminin ardından tekrarlama olasılığı mutlaka dikkate alınmalıdır. İntihar girişiminde bulunan bireylerin heterojen olması nedeniyle her hastanın özellikleri ve yaşam koşulları ayrı ayrı değerlendirilmelive her hastaya özel tedavi ve müdahale yöntemleri planlanmalıdır.
İntihar açısından risk grupları: Alkol, madde ve ilaç bağımlısı bireyler, Her tür depresyon olgusu, Yaşlılar ve yalnız yaşayan kişiler, İntihar fikirleri olan ve bunu ifade edenler, İntihar girişiminde bulunan kişiler. olan "Presuisidal sendrom" yardıma olabilir (Kast 1987). Bu sendromun belirtileri: - İçe kapanma - Engellenmiş ve kişinin kendine yönelmiş agresyon - İntihar fikirleri, intihar fantezileri. İşbirliği ve karar verme becerisinin azaldığı ve intihar tehlikesinin yüksek olduğu hastalarda medikal tedavi geçici olarak kullanabilir. Kişinin sahip olduğu yardım sistemlerini (yakınları, arkadaşları, komşuları v.s.) harekete geçirmesi yönünde desteklemek yararlıdır. Hastanın sorununun üstesinden gelmesine yardımcı olunur. Kendine güvenini kazanmasına ve karar verme becerisine yeniden ulaşması için desteklenir. Yapılan görüşmelerde kişinin başlangıçtaki durumu, şimdiki durumu ve somut olarak hedeflenen durumu ortaya konur. Krize müdahale en çok 10-12 görüşmeyle sınırlı olduğu için hastayı bitişe hazırlamak da önemlidir (Çaplan 1984). Çoğunlukla, krize müdahalenin sonîandınldıktan sonra, sorunun yeterince işlenmesi ve gerekli stabilizasyonun sağlanması için kısa süreli bir terapinin eklenmesinin gerekli olduğu bildirilmiştir (Çaplan 1984), Mevcut kişilik problemleri ciddiyse, hastayla uzun süreli terapi olanakları üzerinde konuşulur ve hastanın vereceği karara göre böyle bir terapi imkanı bulma yönünde hastaya yardım edilir.

Ana Hatlarıyla Üç Paradigma

Sigmund Freud’ un çalışmaları üzerine kurulmuş olan psikanaliz kuramları ve yöntemleri bir psikoterapi tekniği olarak kurulmuştur.  Çalışma konusu diğer psikoloji ekollerinin oldukça ihmal ettiği normal dışı davranışlardı ve temel metodu kontrollü laboratuvar deneyleri değil klinik gözlemdir.  Ayrıca psikanaliz bilinçaltıyla uğraşmaktadır.
İç gözlem yoluyla bilinçaltını incelemek mümkün değildi o yüzden diğer ekoller bilinçaltı ile çalışmayı red etmiştir. Psikanalizin kurulmasında üç temel kaynak oldukça etkili olmuştur; Bunlar biblinçaltı psikolojik fenomenlerin doğası, psikopatolojideki ilk çalışmaları ve evrim teorisidir.
Psikanaliz zihinsel süreçlerin bilinçdışı unsurlarını araştırırken, bunların arasındaki bağlantıyı yakalamaya çalışır ve amaçlarından kuvvetli olanlarından biri transferansın bilinçdışı engellerinden serbest kalmasına yardım etmektir.
Psikanalizde zihnin bölümlerine bakılacak olursa; Freud’ un sonralarda geliştirdiği ‘ yapısal teorisi ‘ dir.  Yapısal teoriye göre id, ego ve superego zihnin bölümleridir.  İd ilkel arzuları saklayan haz odaklı ( cinsellik, saldırganlık, açlık, vs… ) Superego içselleştirilmiş norm, ahlak, toplumsal değerler , vb … tabuları kapsayan, ego ise bu iki bölümün arabulucusu ve kendilik duygusunu gerçekleştiren bölümdür.  Bu üç bölüm bir örnekte açıklanmak istendiğinde, id’ i direk haz en ilkel dürtüler, süperego toplumsal değerler, normlar, ahlak ve egoyu da bu iki bölüm arasında dengeyi kuran olarak tanımlayabiliriz. Id ve süperegonun sürekli bir güç savaşı halinde olduğunu düşünürsek egonun iyi bir dengeleyici olması önemlidir.  Bizim temel ruhsal enerjimiz olan libido id’in içinde yer alır. Gerilimin azaltılması yolu ile açığa vurulur. Bu bizim söz  konusu gerilimi daha katlanabilir yaşamamıza neden olur.
Psikanaliz metodun evriminin en önemli adımlarından biri serbest çağrışım ( free association ) tekniğidir.  Freud serbest çağırışım sırasında ortaya çıkan hiçbir şeyin gelişi güzel ya da rastlantısal olmadığını ve kişinin bilinçli seçimine tabii olmadığını vurgulamıştır. Kişilerin serbest çağırışım sırasında dışarı çıkardığı bilgiler, iç çatışmaların birer ipucudur. Serbest çağırışımla kişi, çocukluk yaşantılarına gider ve bilinçaltında çocukluk yaşantılarından gününe getirdiği, taşıdığı, eşleştirdiği olaylar ve bastırılmış dürtüler için bir ipucu verir. Kişinin etimolojisindeki cinsellik, saldırganlık vb.. dürtüler araştırılır. Klinik ortamda uygulanır.
İçgüdü kavramına bakacak olursak, içgüdüler kişilik dinamiğinin ileri doğru sürükleyen lokomatif faktörleri ve bireyin zihinsel enerji yayan biyolojik güçleridir. Freud’ un iç güdüleri, kalıtımsal yatkınlığa göre değil bedendeki uyarılımın kaynağı ile ilgilidir. Frued iç güdüleri yaşam ve ölüm içgüdüsü olarak iki sınıfa ayırmıştır. Yaşam iç güdüleri açlık, susuzluk, cinsellik gibi kendini korumaya ve türün devamını sağlamaya yönelik faaliyetleri kapsar. Bunlar libido yolu ile ortaya çıkan yaşama gücünü kapsayan enerjilerdir. Ölüm içgüdüsü yıkıcı bir güçtür. Mazoşizmde ve ya intiharda olduğu gibi içe yönelik ve ya saldırganlık ve nefrette olduğu gibi dışa yönelik olabilir.
 Freud ruhsal hayatın iki bölümden oluştuğunu bahsetmektedir. Bilinç ve bilinçaltıdır. Bir buzdağının görünen kısmına benzeyen bilinç küçük ve önemsizdir. Tüm kişiliğin görünen ama önemsiz kısmını gösterir.  Geniş ve güçlü bilinçaltı tüm insan davranışlarının altında dürtüsel olan içgüdüleri kapsar.  
Topografik kişilik kuramına bakacak olursak; bilinçdışının psikanalizin en temel kuramı olduğunu biliyoruz. Freud’ un en çok çalıştığı kuramlardan birtanesi topografik kuramdır.  Bilinçdışı ile dürtülerin farkındalık dışında geliştiği zihinin süreçleridir. Bilinç dışında meydana gelen bilinç düzeyine çıkarılmayan dürtüler zihnin bilinçdışı denilen yerinde meydana gelmektedir.  Kişinin bilinç düzeyinde var olan ve geçerli olan ahlaki kavramlara ters düşen isteklerden meydana gelen dürtülerdir. Bunlar ancak kişinin direnci kırıldığında bilinç boyutuna ulaşırlar. Bilinç öncesi : Bilince çıkması için dikkatin gerektiği olaylardır. Bilince çok yakın bir yerde bulunmakta olan zihinsel süreçlerdir. Bilinç; Bedenin içerisinden ya da dış dünyadan gelen algıları fark eden zihinsel süreçtir. Bedensel algılar, zihinsel süreçlerini içerir.
Freud üç çeşit anksiyete tanımlamıştır. Bunlar, nesnel anksiyete; gerçek dünyadaki gerçek tehlikelerin anksiyetesi, nörotik anksiyete; içgüdüsel dolgunluğun doğasında olan potansiyel anksiyete,  moral anksiyete;  vicdani ahlak korkusundan kaynaklanır. Anksiyete insan davranışında gerileme sebep olarak bireyi bu gerilim durumunu azaltmaya motive eden bir güçtür. Ego anksiyeteye karşı bir koruyucu bir savunm geliştirmektedir. Savunma mekanizması gerçekliğin bilinçaltına itilmesi kabullenilmemesi ve yalanlanmasıdır. Bunlar; inkar, yön değiştirme, yansıtma, mantığa bürüme, karşıt tepki geliştirme, gerileme, bastırma, yüceltmedir.
 Davranışçı ekolünün bakış açısından, psikoloji doğa bilimlerinin tamamen nesnel kollarından biridir. Teorik hedef davranışı tahmin ve kontrol etmektedir.  Yapısalcılığa ve işlevselciliğe karşı çıkmaları sonucu Amerikalı psikologlar tarafından kurulmuştur. İç gözlemin kullanılmasının bilime aykırı olduğunu söyler. Bilimin çalışma yönetmine uygun bir şekilde davranış ve duyguların araştırılması incelenmesi davranışçı ekolden Palov, Skinner ve Watson’ un araştırmaları ile başlamıştır.  Burada gözlenebilen davranışlar söz konusudur ve çalışan konu budur.  Davranışçılar öğrenmeyi uyarıcı ile davranış arasında bağ kurma isi olarak görmektedirler. Uyarıcı, organizmayı harekete geçiren iç ve dış olaylardır. Duyduğumuz bir ses, gördüğümüz bir ışık, resim, aldığımız tat bizim için birer uyarıcıdır. Bir uyarıcı karşısında organizmada meydana gelen fizyolojik ya da psikolojik değişme, davranım ya da tepki olarak adlandırılır.
Davranışçı ekol, içsel süreçlerle değil insan davranışlarını ele alması gerektiğini söylemektedir. Davranışların amacı diğer bilimler gibi psikoloji bilimine de gözlemlenebilir, ölçülebilir, objective olmayan ilkeler üzerine konumlanmayan araştırmalar ve çalışmalar yapmaktadır.  Uyumsuz davranışlar yanlış öğrenme ile kazanılmış tutumlar olarak tanımlandırılır ve bu uyumsuz davranışları ortadan kaldırırken aynı anda uyumlu davranışlar kazandırılmaya çalışır.
Davranışlar deney ve gözlem yöntemini kullanırlar. Davranışçı ekol organizma ve çevre ilişkilerinin insan ve hayvanlarda aynı olduğunu fikrinde olduğundan hayvanlar üzerinde pek çok çalışma yapılmıştır.
Terapide amaç hedeflerin belirlenmesidir.  Söz konusu hedeflere kişi  tarafından terapistten yardım alınılarak belirlenir. Davranış terapileri kişi tarafından yürütülen bir süreçtir ve ne kadar somut olursa o kadar iyi organize edilmiş olacaktır.  Terapi içerisinde kişi ve terapist iyi bir uyum içerisinde olmalıdır. Davranışçı terapinin bir parçası olan ev ödevleri teröpatik sürecin bir parçasıdır ve araştırma ya da gözlem amaçlı yapılan çalışmalar kişiyi zorlamayacak ya da kişinin katlanamayacağı seviyelerde olmayacak şekilde düzenlenmelidir.
Davranışçı Kuramın temel kavramlarına bakacak olursak;  
Klasik koşullanma;
Klasik koşullanma ile öğrenme ilk kez Rus bilim adamı Ivan Pavlov tarafından ortaya atılmıştır. Kişide herhangi bir tepki uyandırmayan bir uyaranın, kişide tepki uyandıran başka bir uyaranla eşleşmesi sonucu ortaya çıkan öğrenmedir. Pavlov , sindirim sistemiyle ilgili köpekler üzerine yaptığı araştırmasında klasik koşullanmanın en önemli çalışması yapılmıştır. Bu deneyde köpek için bir uyaran olan yemek, salya tepkisini ortaya koymasına neden olmaktadır. Zil ise köpek için herhangi bir tepki oluşturmamaktadır. Zil ve daha sonra etin verilmesi eşlendiğinde, köpek, zile koşullanmış ve et gelmeden de zil çalındığı an salya tepkisini vermesini sağlamış ve tepsi olmadığı bir uyaranda öğrenme meydana gelmiştir.
Karşıt koşullanma;
Klasik koşullanma ile koşullandırılarak bir tepkiye neden olan uyaranın farklı bir tepki verecek şekilde koşullandırılmasıdır. Madde bağımlılarında kullanılan bir yöntemdir.
Edimsel Koşullanma;
Skinner'e göre bir davranışın sonucu organizma için hoşa giden olumlu bir durum yaratıyorsa o davranışın tekrar ortaya çıkma olasılığı artar. Davranışın arkasından olumlu uyarıcı verilerek yapılan koşullamaya edimsel koşullama denir.
Bu tür koşullamada davranışı izleyen ve organizma üzerinde hoşa gidici bir etki yaratarak davranışın (edimin) ortaya çıkma olasılığını artıran uyarıcılara pekiştireç denir. Diğer bir deyişle pekiştirilen davranış öğrenilir. Bir davranışın arkasından gelen ve organizma için hoşa gitmeyen bir durum yaratan uyarıcılar ise cezadır. Ceza davranışı zayıflatır ya da belli bir süre için durdurur.
Pekiştireçler olumlu ve olumsuz olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Bir davranış organizmanın hoşuna gidecek bir uyarıcının doğrudan verilmesi ile pekiştiriliyorsa buna olumlu pekiştirme denir. Sınıfta bir soruyu doğru cevaplandıran öğrenciye yaşına göre aferin denmesi başının okşanması (+) puan verilmesi gülümsenerek onaylanması birer olumlu pekiştirmedir. Organizma hoş olmayan bir durumdan kurtarılarak da davranış pekiştirilebilir. Bu tür pekiştirmeye olumsuz pekiştirme denir.
Edimsel koşullanmanın klinik ortamdaki en tipik örneği fobilerdir.
Sürekli pekiştirme, belirli bir eylem için her keresinde ve düzenli bir periotla kişinin bir eylemi gerçekleştirdkten hemen sonra pekiştireç verilmesidir.
Alışma, korku duyulan bir uyarana sürekli bir biçimde maruz kalması sonucu verilen tepkide azalmasıdır.
Sönme, tepkinin tekrarlandığında pekiştirilmemesi ve bunun sonucunda azalmasıdır. Klasik koşullanmada kişinin öğrendiği davranışın, verilen uyaranın verilmemesiyse tepkinin ortadan kalkmasıdır.
Sistematik duyarsızlaşma, korku uyandıran uyaranların şiddetine göre düzenli bir periotla gevşemeyle eşlendirilmiş bir biçimde imgesel bir maruz bırakma uygulamasıdır.
Davranışçılık çıkış döneminden sonra bilişsel kuramın ortaya çıkmasıyla davranışçı kuram egemenliği son bulmuştur. Bilişsel kurama göre, kişileri rahatsız eden duygusal sıkıntılar, doğrudan olayların ve yaşantıların kendisinden değil bunların algılanma süreçlerinde atfedilen anlamlardan meydana gelmektedir. Bilişsel terapi; duygu, düşünce ve davranışların arasındaki bağlantıları belirlemeye çalışarak, kişnin tecrübelerini gerçeğe daha yakın anlamlandırmasını sağlamaya çalışmaktadır. Bilişsel psikoloji davranışçıların insan aktivitelerinin uyarıcı ve tepki arasındaki bağın basit olmadığı, bir uyarıcıya verilen tepkinin tahmin edilebilirliğini azaltan mekanizmalar olduğu ve her insana özgü kompleks davranışların uyarıcı-tepki açıklamalarının karmaşık ve uydurma olduğu gibi ilgilerden ortaya çıkması gibi açıklamalarına tepki göstermiştir. Bilişsel psikoloji bu yüzden algısal ve bilişsel sistemlerdeki uyarıcılarla çalışan zihinsel süreçler üzerine odaklanmıştır. bilişselcilere göre ve uyarıcı ve tepki arasında iyi hatırlamayı etkileyen mekanizmalar kümeleme(yığın), zihinsel görüntüler ve hafıza gibi mekanizmalar vardır.
Bilişsel terapi başlıca depresyonun tedavisiyle ortaya çıkmış bir kuram iken, sonralarında panik bozukluk, sosyal fobi, obsesif kompulsif bozukluk, yaygın anksiyete bozukluğu gibi anksiyete bozukluğunda dadaha sonralarında da kişilik bozuklukları, yeme bozuklukları, somatoform, psikotik bozukluklarda da yaygın olarak çalışmaya başlamıştır.
Şema kavramı bilişsel kuramın odak noktasıdır. Şemalar; • Hafızamızdaki organize olmuş yapılardır ve diğer şemalarla birleşerek bildiklerimizi oluşturur. • Doğrudan deneyimlerimizden daha genel ve daha soyutturlar. • Dinamik ve genel deneyimlerle ve eğitimle değişime açıktır. • Yeni bilgileri yorumlamada bir bağlam oluşturur.
Bilişsel terapi, kişide var olan olumsuz düşüncelerin ve inanç sistemlerinin tanımlamasında ve değiştirilmesinde yardımcı olmaktadır. Aynı zamanda kişilere etkili olacak problem çözme teknikleri kazandırmayı amaçlamaktadır. Böylece kişi problemleriyle başa çıkma mekanizmalarını geliştirecektir. Bilişsel terapiler süre olarak kısa süreli terapilerdir.
Bilişsel terapide kişinin getirdiği problem eğer soyut ise somut hale getirilmelidir. Terapide temel amaçlar belirlenmelidir. Bunların daha alt kümeleriyle bölünmesiyle sorun spasifik olarak saptanmalıdır. Bu problemin nasıl çözüleceği konusunda çözüme yönelik yöntemler için uzlaşma sağlanmalı ve terapistin kişiye tüm bunları yaparken kendini ne kadar zorlayabileceğini ve ne kadar gayret göstereceğini ev ödevlerinin işlevsel olup olmayacağını sormak ve teyidini almak durumundadır.





Duygusal Öğrenme Güçlüğü ve Psikanalizde Belirsizliğe Tahammül (EMOTIONAL LEARNING DIFICULTIES ve NEGATİVE CAPABILITY)

Psikanaliz, uzun süreçli olan bir çalışmadır. Sigmund Freud ile adını bütün dünyaya duyuran  psikanaliz, Freud’ un ölümünden bugüne kadar var olan etkisini sürdürmektedir.
Psikanaliz amaçlarıyla diğer psikoloji kuramlarından farklı olmuştur, bu farklılık methotlarıyla ve çalışma konularıyla da kendini belli etmektedir. Psikanaliz, diğer ekollerin neredeyse önemsiz bıraktığı bilinçaltının önemini konu olarak çalışıyor ve uğraşıyordu. Zihinsel süreçlerinin bilinçdışı unsurları arasındaki bağlantıları ortaya çıkarmaya çalışıyor ve transferansın sorgulanmamış ya da bilinçdışı engellerinden, yani artık işe yaramayan ve özgürlüğü kısıtlayan eski ilişki kalıplarından, serbest kalmasına yardım ediyordu.*
Dolayısıyla psikanaliz diğer ekollerden farklı olarak, insanı yeniden yapılandırırken bu yapılandırmanın kendini güvende hissettirecek ve eksiklik duyduğu şekilde yapmayı amaçlamaktadır.
Yukarıda da bahsedildiği üzere psikanaliz uzun soluklu bir çalışmadır. Bu uzunluk hem analizan hem analist için zor bir süreçtir. Her iki tarafında bu süreçte kendini yeterli ve hazır hissetmesi analiz için en önemli başlangıç noktasıdır.
Analizan, bu sürece kendini hazır hissederken, analistin yeterliliği olması gereken yerlerde olmalıdır. Bu yeterlilik psikanalizin en önemli kavramlarından olan aktarım ve karşıt aktarımda devreye girer.
Aktarım ve karşıt aktarım, analizanın bilinçdışı duygu ve arzuların canlanması ve analizde belirmesidir. Karşıt aktarım, analistin bu aktarımlara verdiği cevaptır. Tüm bunlar bilinçdışı alanın analiz esnasında analizde canlanmasıyla meydana gelir. Bu aktarımı alabilmek ve o aktarımı cevaplayabilmekte de analistin bilinçdışı süreçleri etkide bulunabilir.
Duygu aktarımları ve duygular bu sürecin zeminleridir. Psikanaliz esnasında tüm bu aktarımlar oluyorken bu aktarımları almak yeteneğini etkileyen faktörler olabilir.

Empati tüm bu süreç içerisinde en önemli kavramlardan biridir. Karşıdaki kişinin duygu ve aktarımlarını almanın bir bilinç ve bilinçdışı bir öğrenme süreci olduğunu kabul ediyor olursak, bu süreçte öğrenmeyi etkileyen duygusal faktörlerin varlığı en önemli unsur olacaktır.

Psikanaliz esnası dışarısında  öğrenme sürecine bakacak olursak; Öğrenme, tekrarlar ve ya yaşantılar sonucunda, davranışlarda meydana gelen, eğitim öğretim sonucu değişmelerdir. Her öğrenmenin sonucunda bir davranış değişikliği oluşuyor olsa da her davranış değişikliğini öğrenme olarak tanımlayamayız. Örneğin refleks davranışlar bu kurama bakıldığında öğrenme değildir. Motivasyon ve olgunlaşmanın öğrenmede çok önemli iki faktör olduğu bilinmektedir. Öğrenme süreçleri özellikle davranışçı ekol kavramlar üzerine çalışmıştır. Pallow' un hayvanlar üzerine yaptığı çalışmalar sonucu daha etkili bir hale gelerek üzerinde araştırmalar yapılmış süreçlerdir. Klasik Koşullanma ve Edimsel Koşullanmayı özellikle davranışçı kurama göre en yaygın öğrenme modelleri olarak görebiliriz.

Öğrenme sırasında, öğrenmeye etki eden faktörler arasında duygusal faktörler, bu süreçte öğrenmeye etki eden biyolojik ya da fizyolojik olmayan faktörlerdir. Yapılan araştırmalarda ( Maureen Healy in Creative Development ) öğrenmeye, aile içi ilişkiler ve hayatın diğer kesiminden önceden oluşturulmuş olan duygusal faktörlerin etkisi incelenmiş ve daha fazla odaklanma, duygusal farkındalık, özdüzenleme becerileri, kişisel başarı, empati gibi kavramlarda duygusal öğrenmenin etki oranının yüksekliği sonucu elde edilmiştir.

Duygusal öğrenme, son yapılan araştırmalarda ortaya çıkmış olan 'understanding of emotion' kavramını öğrenme sürecinde etkisini ortaya koymuştur. Duygusal sağlığın öğrenme üzerindeki etkisinin bilinmesi pek çok alanda büyük bir adım olmuş ve öğrenme güçlükleri arasında araştırılır hale gelmiştir. Korku, nefret, öfke, kaygı gibi duyguların üstesinden gelmek ve nasıl baş edeceğinin farkındalığında olmak duygusal öğrenme zorluğunu azaltan faktörler arasında araştırılmaktadır ( Mark Greenberg, Penn State SEL ). Bahsedilen korku, nefret, depresif ya da duygusal olarak dengeli olmak, öfke, kaygı gibi duyguların yönetim ve kontrolü, empati, şefkat gibi olumlu kavramların oluşmasını sağlayarak öğrenme sürecini destekler.

Özetle duyguları düzenleyen zorluklar, kendi gelişim sürecini öğrenmek için var olan yetenekleri etkiler. Bu yeteneklerin etkilenmesi, öğrenmede zorluk ve etki başlatır.

Psikanalizde, analistin duygusal öğrenme güçlüğü, yukarıda belirtilen duyguların üstesinden gelme ve nasıl başedeceğini bilme durumlarıyla paralel olup, 'Understandig of emotion' kavramının şekillenmesini sağlar, 'Understanding of emotion' kısmında, duygusal öğrenme güçlüğünden doğan bir problem yaşayan analist empati yeteneğinde olumsuz yönde etkilenmeler gözleniyor olma ihtimali yükselir. Bu da analizanın aktarımını ve analistin bu aktarıma cevabı olan karşıt aktarımı etkileyen en önemli faktörler arasında olmasına neden sağlar.

Duygusal Öğrenme güçlüğü olması durumunda ortaya çıkan, kaygı, korku, nefret, öfke, duyguların anlanmasındaki denksizlik kişide bir belirsizlik hissini doğurması gözlenebilir, bu belirsizlik hissinin tahamülsüzlüğünü psikanalizde negative capability olarak kavramlanır. Duygusal öğrenme güçlüğü, belirsizliğe tahamülsüzlüğe neden olabileceği gibi, belirsizliğe tahamülsüzlük yeteneğinin az olması da duygusal öğrenme güçlüğünü meydana getirir.

Psikanaliz uzun süreli bir çalışmadır. Çalışmadaki bu uzunluk belirsizliğe tahammül kapasitesi ile doğrudan  ilgilidir. “Tahammül” olumsuz bir çağrışım yapıyor olsa da buradaki belirsizlik analizanın bilinçdışında kendi ifade için bir zemin yaratır. Bu belirsizliğe tahammül edebilmek ve bu belirsizlikte duyguların farkında ve kontrolünde olabilmek gerekmektedir.
Örneğin; sessizliğe tahammül bu durumun en bilindik ve en açıklayacı örneklerindendir. Psikanaliz sırasında var olan sessizlik durumunda bu sessizliğe tahammül edebilmek, bu süreçteki duyguların farkında olabilmek gerekir. Tahammül sırasında analiz kendi duygularının farkında oluyorken bu duyguları ve iç sesi kontrol edemez ise kendi kaygı ve ya kendi duygusal süreçleriyle çokça boğuşur oluyor ise analizanın ona getirdiği aktarım ve analizanda tutması gereken duygu takibinde kırılma yaşar ve bu yaşantı analizi olumsuz etkiler.

Özetle, psikanaliz kişiyi yeniden yapılandıran ve bilinçaltı süreçlerin incelendiği bir kuramdır. Psikanaliz esnasında aktarım ve karşıt aktarımlar bu sürecin temelini sağlar. Uzun süreçli olan bu çalışmada analizan ve analist hazır ve yeterli olmalıdırlar. Analist için bu yeterlilik, aktarım ve karşıt aktarımlarındaki bağlantı durumunu güvenli kılmakla başlar. Bu güvenlilik bilinç sinyalleriyle gönderildiği kadar bilinçaltı sinyallerle de verilir. Bu bağlantıyı güvenli tutabilmeyi sağlayacak önemli faktör duygulardır. Empati, analizin en önemli noktasındadır. Empati kavramı ve duygusal olarak dengeli olmak, analistin ‘understanding of emotion’ durumuyla birebir ilişkilidir. Bu durumu en çok etkileyen faktör, duygusal öğrenme güçlüğüdür. Kaygı, öfke, korku, nefret gibi duygular burada şekillenir ve kontrol edilir. Duygusal öğrenme güçlüğünün olduğu yerde empati düşer, aktarım ve karşıt aktarım bağlantısının güvenirliliği azalır. Bu durum psikanaliz de var olan ‘ belirsizliğe tahammül ‘ kavramına bakacak olursak, belirsizliğe tahammül esnasında analistin kendi kaygı, korku, nefret ve ya öfke duygularıyla pek çok uğraşması, ve örnekte olduğu gibi sessizlik sürecinin getirdiği belirsizliğe tahammül durumunda duygu dengesini kuramamasıyla, aktarım ve karşıt aktarım ilişkisini olumsuz yönden etkiler.
Duygusal öğrenme güçlüğü, belirsizliğe tahammülsüzlüğe neden olurken, belirsizlik sırasında analistin çok fazla kendi kaygılarıyla boğuşuyor olması da duygusal öğrenme güçlüğüne neden olabilir.


KAYNAKÇA
·          http://www.msxlabs.org/forum/psikoloji-ve-psikiyatri/82780-psikanaliz-nedir-psikanaliz-kurami-hakkinda.html#ixzz1bPbMqB71*
·         Schultz, Duane P. ( 2007 ). Modern Psikoloji Tarihi
·         Freud, Sigmund. ( 1972 ). Psikanaliz ve Uygulama
·         Freud, Sigmund. ( 1970 ). Freudyen Psikolojiye Giriş
·         Developmental Learning Disabilities of the Right Hemisphere
·         Sandra Weintraub, PhD; M.-Marsel Mesulam, MD Arch Neurol. 1983;40(8):463-468. Emotional, Interpersonal, and Cognitive Components
·         Linda, K Elksinin.( 2004 ). The social emotional side of learning disabilies